Masum bir hamam böceğinin eziliş hikayesinden başka her şey
Yazı ve fotoğraf: Seray Yalçın |
Homeros’un tasvirindeki gibi ‘şarap tortusu kızılı’ bir gökyüzüne uyandım bu sabah. Gün yeni yeni ağarıyordu. Güneşi doğurtmaya çalışan gökyüzü kızıllığını, bir kenarda silikçe duran gri ayın üzerine örtüp, yeryüzünü karanlıktan aydınlığa çıkartmaya çabalıyordu. Bir süre gökyüzünün değişimini izledim. Gökyüzündeki her bir hareketlenmede, her renk değişiminde sanki ruhumda da bir şeyler değişiyordu. Karanlık vakitlerde ruhuma çöken hüzün yerini tuhaf bir sevince bırakıyordu. Güne dair umutlarım zihnimin bir köşesinde belirmeye başlıyor, yüzümdeki memnuniyetsiz görüntü yavaşça siliniyordu.
Her sabah tanık olduğum bu doğum anını, her gün yeni
bir heyecanla izliyor olmamsa güne dair umutlarımı çoğaltıyor, mutlu kalma
süremi uzatıyordu.
Doğurma seremonisini kaçırmamak için balkonda
geçirdiğim uzun dakikalardan sonra, sabah ayazı yüzünden, ürperen vücudumu
sıcağa kavuşturmak için balkonun fayansları üzerinde kendimce akrobatik
hareketler yaparak – çoğu güne göre enerjik olduğumu gösteriyor bu- odama
geçtim. İçeriye girer girmez hissettiğim sıcaklık, uzun yıllar önce anneme
sarıldığımda hissettiğim sıcaklık gibi yoğundu.
Yeni bir güne merhaba demek için, tüm enerjimi
toplayıp aylardır yıkanmamış, öğle güneşinden rengi solmuş, kirli perdelerimi
-annemin vefat etmeden önce, teyzemle birlikte salı pazarından çok fahiş bir
fiyata aldığı perdeler – bir hışımla çekip, tahta kurularının içinde koloni kurduğu,
-geceleri hep birlikte tahta yeme yarışına girdikleri ve kırt kırt sesleri
çıkartıp gecenin sessizliğini bozdukları-, tahta kurusu kolonisine ev sahipliği
yapan ahşap pencereleri açtım. Aniden odaya doluşan oksijen ve soğuk hava beni
kendime getirmeye yetti.
Pencereyi açmak için çıktığım yatağın üzerinden
inip, etrafta terliklerimi aradım. Yazı geride bırakmamıza ve sonbaharla
vedalaşma zamanımızın gelmesine rağmen, yerlere hala halı sermemiştim ve yere
her bastığımda, ayaklarıma iğneler batıyormuş gibi oluyordu. Ürperiyordum.
Artık halıları sermenin vakti gelmişti. Terlikleri aramaktan vazgeçip
yüklükteki halıları çıkarıp serme kararı aldım. Sabahın ilk ışıklarında neden
böylesi zor bir işe girişmek istedim bilmiyorum –sanırım çoğu şeyi ertelemekten
bıktım, hayatıma dair ufak kararlarda olsa ertelemek acı veriyor artık, anı
erteleme, anı yakala ve sonra biriktir. Horatius haklıydı, carpe diem derken…
Ertelemek yok bundan sonra hiçbir şeyi-
Zihnimdeki ağır düşünceleri uzaklaştırarak yüklüğe
indim. Karanlıktı. Uzun zamandır ışığı yoktu, çünkü ampulü patlamıştı. Ne
zamandır inmediğim için takma zahmetinde de bulunmamıştım. Yüklük aydınlansın
diye yukardaki koridorun ışığını açtım, kapının ağzını azıcıkta olsa
aydınlatıyordu ışık, sonra el fenerini aradım, yeri kolaydı –kapı girişinin
sağındaki duvara sabitlenmiş dört bölmeli dolabın üçüncü rafında, tozlanmış
mavi tornavida sepetinin üstünde dik bir şekilde duruyordu- hemen alıp yaktım.
Feneri de yakınca, etraf iyice aydınlandı. Fenerin hemen önünde, ışık huzmesi
içine girmiş tozları gördüm birden, sağa sola savruluyorlar, bir yukarı
çıkıyorlar bir aşağı iniyorlardı, görmekten hoşlandığım bir manzaraydı bu.
Birkaç saniye ışığa yansıyan tozları izledim ve yüzüme aptalca bir gülümseme
yerleşti. Derken yine saçmalamaya başladığımı fark edip, yavaş adımlarla
halıların olduğu tarafa doğru gittim. Üç tane halı, ikisi benim boyumdan kısa,
biri ise benden epeyce uzun, orta yerinden koli bandıyla bantlanmış, uç
kısımlarına poşetler geçirilmiş bir şekilde duruyordu. Büyükçe olan halıyı
kendime doğru çekip kollarımın arasına aldım ve geri dönüp kapıya doğru
ilerlemeye başladım, yürürken ayağıma çarpan halının ucu yüzünden yavaş hareket
ediyordum, zaten halının ağırlığı da yürümemi iyice yavaşlatıyordu. Loş ışıklı
yüklükte halıyla birlikte yavaşça ilerlemeye çalışırken yakında bir ezilme sesi
duydum, bir şeyin üzerine basmıştım. Ayağımın altında tuhaf bir sıcaklık ve
ıslaklık hissettim, aynı anda. Olduğum yere baktım ve sadece ufak bir siyahlık
görebildim. Halıyı olduğum yerde bırakıp, karşı rafa sabitlediğim el fenerini
aldım. Halının olduğu yere gittim ve ışığı ürkekçe yere tuttum.
Yerde ters dönmüş bir şekilde, can çekişen,
ayaklarından bir kaçı kopmuş, yere larvaları olduğunu düşündüğüm kum tanesi
büyüklüğünde beyaz şeyler saçmış, açık kahverengi masum bir hamam böceğini
ezmiştim. Karanlık çöktü mü gizlendikleri yerden çıkan, hava ışıyana kadar
etrafta dolaşan, doğal yollarla kolay kolay ölmeyen, kafası gövdesinden ayrılsa
da iki hafta yaşayabilen, 600 milyon yıldır dünyada olan, dünyanın en dayanıklı
ve en eski canlılarından birini, yani bir hamam böceğini ezmiştim. Masum bir
hamam böceği, ayaklarımın altında ezilip yok olmuşken, bütün o suçluluk
duygusu, yüklüğün karanlığı ve soğuğu ile birleşip zihnimi ele geçiriyordu.
Olduğum yerden uzaklaşmak, kaçmak istiyordum ama bir şeyler hareket etmemi
engelliyordu sanki. Ezdiğim hamam böceği ile tuhaf bir bağ kurmuştu ayaklarım
ve hareket edemiyor gibiydim. Ben, ani kararlar alıp, carpe diem'leri kendimce
hayatıma sokuşturmaya çalışmasaydım, bu yüklüğe inmeyecek, o halıyı alma
girişiminde bulunmayacak ve o hamam böceğini ezmeyecektim. O masum bir hamam
böceğiydi...
Ve ben bir cinayet işledim, istemeden...
Tanrım!
Yorumlar
Yorum Gönder