İstiklal'in Hakkı abisi
Yazı ve fotoğraf: Seray Yalçın |
Sokakların ruhunu besleyenlerin insanlar olduğunu
düşünürüm hep. Kaldırımlarda, yokuşlarda, meydanlarda ritmik bir şekilde atılan
adımlardan çıkan seslerin, konuşan, gülüşen, ağlaşan, bağrışan insanların
sesleriyle karışıp tuhaf bir ezgi yarattığını ve o tuhaf ezginin sokaklarda
yaşayan, sokakların ruhunu içinde barındıran suskun insanların zihinlerinde
yankılandığını düşünürüm. Zaman zaman o ezgiyi duyabilme şansını yakalayan
insanların, sokağın akıp giden değişimine tanık olduğu anda, biraz şaşkınca biraz
da merakla, oldukları yerde durup heyecanla etraflarına baktıklarını ve
yüzlerine yaydıkları gülümsemenin, birkaç saniye içinde yerini sıradan ve bazen
de hüzünlü bir ifadeye bırakış anını zihnimde canlandırırım hep.
Sokakların ruhu içinde yaşanmışlıkları,
yaşanmışlıklarımızı anımsayıp hayata o an için farklı bir pencereden bakabilme
şansını yakalayabildiğimiz anlar karıştırıyor aklımı şu sıra. Her zaman
geçtiğim sokaklara, caddelere daha farklı bakıyorum bugünlerde. Her gün farklı
sahneler gördüğüm, her saniye farklı bir yaşanmışlığa tanık olduğum, sürekli
geçtiğim o sokakları düşlüyorum. Sokaklar, büyülü benim için. Her bir
noktasında yüzyıllar öncesinin ve yüzyıllar sonrasının yaşanmışlıkları,
yaşanacakları gizli. Yaşama dair an’larla ve anı’larla bir meselem olduğundan
bu kadar anlam yüklüyorum belki de.
Bazı insanlar vardır ki, yolda hızlıca yürüyüp
giderken gözümüze takılır, sevgi dolu bir yüz ifadesiyle bakar ve kaybolup
gidişini izleriz. On adım sonra göremeyiz o insanı, o gün bir daha
göremeyeceğimizi biliriz. O kaybolmuştur ve yüzü bir gün unutulmak üzere
aklımızın bir köşesinde kalmıştır. Bazen de, yine hızlıca yürürken gözümüze
takılan başka birisi olur ve o insan öylece duruyordur onu gördüğümüz yerde. O
caddeden, sokaktan ne zaman geçsek; hangi gün ya da hangi saatte olursa olsun
onun orada olduğunu biliriz.
Değişmeyen insan manzaraları var hayatta.
Sokakların, caddelerin beyni ve aynı zamanda kalbi olan bu insan manzaralarını
seviyorum ben… Benim bir manzaram var ki, görünce yüzüme gülümsemeler yayılan
ve ürkekçe selamlayıp, halini hatırını sormaktan keyif aldığım eşsiz bir
manzara…
Hakkı Abi…
İstiklal’in Hakkı Abisi.
Onu ilk kez üç sene önce görmüştüm, koşar adım bir
yere yetişmeye çalıştığım bir akşam vakti, İstiklal’in o meşhur kalabalığını
aşmaya çalışırken, onu görüp yavaşladığımı hatırlıyorum. Sırtını inşaat
halindeki bir binanın duvarına yaslayarak yere serdiği kartonun üzerinde iki
büklüm oturmuş. Sigara içmekten sararan bıyıkları, uzamış saçları ve kafasına
taktığı kasketi ile kalabalıklar içindeki onca kişinin içinden sıyrılıp işte
buradayım dercesine keskin bakışları ile çaldığı kavalın sesini duyurmaya
çalışmak gibi bir derdi olmadan sadece o anı yaşayan, yarattığı ezgiyle kendi
ruhunu doyuran bir adam Hakkı Abi.
Onu kalabalığın arasında gördüğüm ilk gün, hâlâ ne
olduğunu tam anlamlandıramadığım bir şeyler hissetmiştim. O an Hakkı Abi’yi
düşünüp, tuhaf bir merak duygusu ile yetişmeye çalıştığım yere koşar adım devam
etmiştim. Yanına gitmek istememe rağmen hayatın koşuşturmacası içine dâhil
olmuş ben, zorundalıklarımın peşinden gitmiş, iç sesimi dinlememiştim… Ben
çaresiz gittim ama Hakkı Abi orada kaldı. Çünkü bizim gibi, zamanı yakalama
derdi yoktu. O zamanı ‘anında’ yaşıyordu. Bizim gibi yaşayıp tüketmiyordu,
biriktiriyordu. Zamanı biriktirmek, belirli zorundalıklar ve sınırlar arasında
sıkışıp kalan bizlerin yapamadığı şey…
Sonra defalarca geçtim İstiklal Caddesi’nden ve hep
aynı yerde gördüm Hakkı Abi’yi. Aklımın bir köşesinde kavalı ve hüzün dolu bakışları,
bazen de gülümseyen yüzüyle kaldı. Geçtiğimiz aylarda yine İstiklal’in
-artık rahatsız eden- kalabalığında bir arkadaşımla derin bir konuşmayı
eğlenceli kılmaya çalışırken, Hakkı Abi’yi gördük. Yüzümüzdeki yorgun gülümseme
yerini tuhaf bir hüzne ve meraklı bakışlara bıraktı. Arkadaşımın daha önce hiç
dikkatini çekmemişti Hakkı Abi ama o da görünce birden
duraksadı. Düşündüklerimi hissetmiş olmalı ki, uzun uzun baktı gözlerime.
Onunla, arkadaşlığımızın başlangıcından beri telepatik bir iletişim şeklimiz
olduğuna inanmışımdır. Şimdi bir kez daha inanmıştım buna. Düşünsel
birlikteliğimizin eylemselliği ve yüzümüze takındığımız gülüşle önümüzdeki
kalabalığı aşıp Hakkı Abi’ye doğru ilerledik. Yanına vardığımızda, önünde duran
kutuya para atacağımızı sandı Hakkı Abi, başını kaldırıp yüzümüze baktı.
Gözlerinin içine bakıp, yarım ağız ‘Merhaba.’ diyebildim. Heyecanlanmıştım.
Alacağım tepkinin ne olacağını merak ediyordum. Konuşacak mıydı bizimle,
kızacak mıydı, yoksa susacak mıydı? Benim zihnimde yarattığım Hakkı Abi,
kızmazdı bize, konuşurdu… Bu düşüncelerin ağırlığı altındayken, hararetli bir
şekilde konuşmaya başladım. Sakin olamadım, heyecanlanmıştım ve heyecanım
sesimi titretiyordu. Ne çok anlam yüklemişim o ilk an’a meğer. O an farkına
vardım. Arkadaşım yanımdaydı ve şaşkındı. Konuşmuyordu, bana bırakmıştı her
şeyi. Bunun için hem sevinmiştim hem de üzerimde ağır bir yük hissedip
gerilmiştim. Neler söylediğimi hatırlamıyorum, bir şeyler geveledim, sonra bir
baktım ki Hakkı Abi konuşmaya başlamış. Anlatmaya başladı birden hayat
hikâyesini. 1973’te gelmiş İstanbul’a ilk kez. Askerlik için. Zonguldaklı bir
maden işçisiymiş. Askerlik için geldiği İstanbul’u belki de en saf yıllarında
yaşamış. Bu defa gerginliğimi üzerimden atmış bir şekilde eski İstanbul’u
sordum ona. “Böyle
değildi tabii ki.” deyiverdi hemen ve devam etti:
“Sakindi, sessizdi, koca koca binalar yoktu, insanlara güvenilirdi. Şimdi herkes birbirine düşman, kimse kimseye güvenmiyor, her yer olmuş AVM, dev binalar… Eskiden bu İstiklal Caddesi böyle değildi, az insan olurdu, seçilirdi insanlar hemen, şimdi her yer karışık. Ben ne yapayım her gün aynı şeyleri görüyorum ama yaşıyorum, eskiden de yaşardım şimdi de yaşıyorum.”
“Sakindi, sessizdi, koca koca binalar yoktu, insanlara güvenilirdi. Şimdi herkes birbirine düşman, kimse kimseye güvenmiyor, her yer olmuş AVM, dev binalar… Eskiden bu İstiklal Caddesi böyle değildi, az insan olurdu, seçilirdi insanlar hemen, şimdi her yer karışık. Ben ne yapayım her gün aynı şeyleri görüyorum ama yaşıyorum, eskiden de yaşardım şimdi de yaşıyorum.”
Sevmiştim bu konuşmayı, en az Hakkı Abi’yi sevdiğim
kadar. Konuşmanın gidişatından aldığım güçle, “Sokaklarda yaşamaya nasıl
başladınız peki?” diye sordum. -Sanırım gazeteci
refleksim devreye girmişti. Tüm o heyecan ve ürkeklik gitmiş yerini sorulmayı
bekleyen soruların soğukkanlılığına bırakmıştı- Duraksadı ve gözleri uzaklara
dalarak anlatmaya başladı:
“Ben maden işçisiydim, gençlik
yıllarımı madende çalışarak geçirdim. Askerlik için İstanbul’a geldim ama
kalmadım, geri döndüm memleketime. O arada evlendim, çocuğum da oldu. Güzel
yıllar da geçirdim, kötü yıllar da. Çocuğumu ve eşimi trafik kazasında
kaybettim. Düştüm İstanbul yollarına. Kalacak yerim, gidecek yurdum yoktu,
bende sokaklarda yaşamaya başladım. Kimseyi istemedim, tanıdıklarım,
akrabalarım var memlekette, ‘gel bizde kal’ diyorlar ama ben gitmiyorum.
Yakının bile olsa başkasının yanında yaşamak zor. Bir gün kalırsın, ikinci gün
kalırsın, üçüncü gün rahatsız olurlar, istemezler belki ama söyleyemezler. Ben
bunu yaşadım, gittim kaldım, baktım istemiyorlar ama söyleyemiyorlar kendim
gittim, kimseye rahatsızlık vermek istemem. Herkesin kendi hayatı, kendi düzeni
var. Benim hayatım da böyle sokaklarda geçiyor.”
Sıcak yuvam ve hiç vazgeçmeyeceğim bir ailem olan
ben sarsılmıştım duyduklarım karşısında. Rahata düşkün, zaman zaman isyan eden,
sınırlarımıza takılı kalmış bizler, böyle kolay kabullenemezdik sanırım hayatın
bu zor tarafını. Devam etti sonra Hakkı Abi, sorduğum kısa bir soru üzerine,
“Zor
olmaz mı sokaklarda yaşamak, tabii zor oluyor ama alıştım ben. Sabahtan akşama
kadar burada şu zımbırtımı çalıyorum. Tabii iki, üç bira içemezsem çalamıyorum,
uyuşuk uyuşuk oluyorum. Para olursa yirmi lira, otuz lira. Tanıdık bir otel var
Tarlabaşı’nda geceleri orada kalıyorum; duşumu alıyorum, dinleniyorum. Param
olmazsa sokağın kuytu bir köşesinde kartonumun üzerine kıvrılıp sabahı
bekliyorum. Beni yedi yerimden bıçakladılar. Ameliyat oldum, tekrar
ameliyat olmam gerekti ama olamadım. İlaçlarımı kullanamadım, çok acılar
çektim” dedi ve sustu. Sonra bıçaklandığı
yeri göstermeye çalıştı, yan döndü ve eliyle karın boşluğuna yakın bir yeri
gösterdi. Uzun uzun öksürdü sonra, eliyle ağzını kapatarak. Ellerine dikkat
ettim, biraz buruşuk fakat oldukça sert gözüküyordu, tırnakları da epey
uzamıştı. Yavaşça elini yere indirdi ve devam etti:
“Bir
gece vakti, birkaç çocuk geldi yanıma, para istediler şu alt sokakta. Param
yok, sokakta yaşıyorum dedim, dinlemediler bile. İnanmadılar, bıçakladılar
beni. Polise de gittim sonrasında, beni yaralayanları buldular. Ceza verdiler,
üç sene yatacak birisi, diğerleri ne oldu bilmiyorum. Beni çok zor durumda
bıraktılar ama sağ olsun bana yardım eden birisi vardı, ilaçlarımı aldı,
yardımcı oldu bana. Devlet para vermiyor ki, verdiği üç kuruş bir şey, nasıl
geçineyim onunla ben, böyle oluyor işte.”
Şartların onu getirdiği noktayı, yaşanmışlıklarının,
pişmanlıklarının, seçimlerinin ağırlığı ile birleştirip her şeyi belirli bir
olgunluk seviyesiyle değerlendiriyordu Hakkı Abi. Keskin bir bilinç seviyesi
ile -belki de bizim henüz ulaşamadığımız bilinçle- yaşamı farklı kılıyordu. O
konuştukça güzelleşiyordu etraftaki görüntüler. Sokakların ruhu içinde
barınan, her gün farklı şeylere tanık olan, acıların, zorlukların üstesinden
gelerek bir ömür geçirmeye çalışan Hakkı Abi güzelleştiriyordu konuşmasıyla her
şeyi. İçim buruktu, içim acımıştı. Arkadaşımın gözlerinin içine
bakıp hüzünlü bir gülüş bıraktım yüzümde. Artık kalkma vakti
gelmişti sanırım, Hakkı Abi ile paylaştığımız kartonun üzerinden usulca
doğrulduk. Tam kalkarken, “Size de bir şey ikram
edemedim, ayıp oldu.” deyiverdi ve o an ne büyük bir yüreğe
sahip olduğunu düşündüm. Durumun şaşkınlığı ile gülümseyiverdik sadece ve Hakkı
Abi usulca elini uzattı vedalaşmak istercesine. Uzunca dokunduk
birbirimize ve istemeyerek yanından ayrıldık.
O günden sonra ne zaman İstiklal’e gitsem, Hakkı
Abi’nin yanına uğrayıp halini hatırını soruyorum. Öyle sıcak, öyle sevecen
bakıyor ki, geçtiğim tüm sokakların, tüm caddelerin ruhunu içime işletiyor.
Şimdi bu serin bahar akşamında kim bilir ne
yapıyordur Hakkı Abi diye düşündüm, aklıma düştü ve yazıverdim.
Yorumlar
Yorum Gönder