Var Bir Bildiği Bu Dizelerin, Var İçimizde Umutlar
Gecemiz şiirliydi, her gece olduğu gibi dostlarla
toplaşmış, uzun sohbetler edip şiirler okuyorduk. Bizim her gecemiz şiirli
geçerdi, eski bir kuzine sobanın etrafına dizilmiş, dizlerimize
battaniyelerimizi örtmüş, sobanın çıkardığı çıtırtılar eşliğinde, Turgut
Uyar’dan, Orhan Veli’den, Edip Cansever’den, Attilâ İlhan’dan şiirler okur
dururduk. Sobanın sıcaklığı bedenimizi ısıtırdı, şiirse ruhumuzu...
Çayımız da her daim yanımızdaydı, ince belli
bardaklara döker, sabaha kadar içer, dururduk. Böyle huzurlu gecelerimiz vardı.
O huzur ki, akşamdan başlayıp sabaha kadar sürerdi. Bu huzurlu geceler, uzun
bakışmalara gebe, edebiyata, sanata, felsefeye mezeydi. O gecelerde tanıdık
birbirimizi, o gecelerde anladık. En çok o geceler de ağladık. Bazılarımız o
geceler de aşık oldu, bazılarımız o geceler de pekiştirdi yalnızlığını... Oysa
ruhumuz hep o geceler de, mutluydu.
Bu gece ise, içimizden biri Edip Cansever’in
insanlığın çaresizliğini dile getirdiği, umudun çaresizliğe yenik düştüğü o
dizeyi fısıldadı yavaşça:
“Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”...
Sahi ne gelir elimizden ?
Gece bitti, sabah oldu ve içimi ısıtan güneşe karşı
uzun uzun bu dizeyi düşündüm...
Bir ara düşünmekten sıkıldığım da oldu ama
düşünmekten alıkoyamadım bir türlü kendimi.
Son zamanlarda yaşadıklarımızı düşündüm. Geçmişin
baskıcı karanlığını, insanlığın çaresizliğini, diriltmeye çalıştığımız umutları
düşündüm. Düşünecek öyle çok şey vardı ki...
Bir dize, ne çok şey düşünmeye sevk ediyordu insanı.
Her dize, her şiir, her insan ayrı bir dünyanın kapılarını açıyordu, ayrı
fikirlerin iklimine sokuyordu.
Düşünürken bir yandan da gülümsüyordum, geçmişte yaşadığımız onca acının, onca baskının, bugünlere taşınmasından duyduğum öfkeyi gizlemek istediğim için belki de... Herkes öfkeliydi bir şeylere. Oysa öfke, bizi ileriye taşımıyordu, geçmişin kirli surlarına doğru sürüklüyordu sadece. Umutsuz ve acıklı suratlar görmekten bıktığım için de gülümsüyor olabilirdim. İnsan olmak gülümsemeyi gerektiriyordu çünkü, sahici bir gülümsemeyi... Gülümsemek demek umut demekti ve konuşmak gibiydi, içindeki öfkeyi bir bir haykırmak... Hem ne diyordu aynı şiirinde, Edip Cansever:
"Zorlanmış bir gülüşten - iğrenip birden - kusmalar, bulantılar bulacaksam belki de; susanlar, bilmem ki niye susanlar"
Susmamalıydı, haykırmalıydı içimizdekileri, belki gülümseyerek, belki konuşarak, belki yazarak, bir şekilde işte. Bu umutsuzluktan kurtulmalıydı, üzerimize yapışmış bu çaresizlikten...
Sonra ben de haykırmak istedim içimdekileri, bir
şekilde o doluluktan arınmak...
Ne çok şey biriktirmiştik içimizde, ne çok acı
çekmişti bizden önceki nesiller... İnsanlığı nasıl sindirmek istediler, diri
diri nasıl toprağa gömmek istediler? Ne çok şey vardı haykıracak, ağlayacak ne
çok şey... O yüzden umutsuz yüzler görüyoruz belki de. Gülmeyi unutturdular
çünkü bizlere. Ağlamak ve susmak bir bütün oldu, sunuldu önümüze... Oysa,
"gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir" ya, öyle bir şey
gülümseyişlerimizdeki sahtelik işte.
Düşünüyorum da... Uçuruma doğru koşar adım ilerliyordu insanlar. O insanlar ki, balık istifi gibi kokuşmuş düşüncelerle, hakikâtin ardındaki insanlığı kirletip lekelemeye ilerliyor ve kalabalıklar arasında bir başına dolaşan insanları da kendi aralarına katma savaşı veriyorlardı. Toplum hastalanmıştı, kirli eller, kirli bedenler değil, kirli zihinler hasta etmişti toplumu. Zihinler körelmiş, gözler kapanmıştı, kör insanlar dolaşmaya başlamıştı sokaklarda... Körleşen bu toplum, yaşanılan acıları görmüyor, görse de hemencecik unutuyordu. Siliniyordu acılar, hafızalardan bir bir...
Ve çok ağaç türemişti bu coğrafya da, kanla büyümüş
tonla ağaç. Öyle kırmızı, öyle çekici meyveleri vardı ki, her ideolojiye bir
meyve, her acıya içinden bir çekirdek... Meyveyi koparmaya kalmadan kan
bürüyordu o kirli elleri, saniyeler içinde kanın içine batıp kanlı toprakla
buluşuyordu bedenler...
O kan gibi akıyordu zihinlerden, tehlikeli
düşünceler...
Pis kan içinde yüzen bu ülke ve o kanda boğulan
insanlar, ne zaman kurtarılacaktı?
Bir şeyleri değiştirme isteği, türlü karamsar
düşüncelerle yoğun bir şekilde hissettiriyordu kendini, içimde bir yerlerde.
İnsanlığın ağır yaralı bir hasta gibi, ufacık bir
sedye de oradan oraya taşınması, bizi o sedyeyi yönlendirmek için harekete
geçmeye çağırıyordu.
Bizler, insanlık için, acıları dindirmek için, bu
kan batağını kurutmaya hazırlanmalıydık.
Bizler onca acıya rağmen, o kanlı meyveleri
ağaçlardan düşürüp yerine umut meyveleri ekmeye hazırlanmalıydık.
Ve bizler gülümsemeyi asla unutmamalıydık. Bu
çaresizlik gelip geçiciydi, gelip geçici olmalıydı. İnsanlık henüz ölmemişti,
çünkü.
Yoksa Edip Cansever der miydi, “umudu dürt,
umutsuzluğu yatıştır” diye, demezdi.
Var bir bildiği bu dizelerin, var içimizde sönmemiş
umutlar ve hep var olacak onlar...O umutlar da yoksa;
“Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”...
Yorumlar
Yorum Gönder